SEVGİSİZ (Nelyubov)
Sevgisizlik Bulaşıcıdır
Dönüş, Sürgün, Elena ve Leviathan filmlerinden tanıdığımız Andrey Zvyagintsev’in Sevgisiz (Nelyubov) adlı filmi Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüştü. Film Ekimi kapsamında gösterilen Nelyubov’da, günümüz Rusya’sında yaşanan bir kayıp hikâyesi anlatılıyor. Zvyagintsev, çoğunlukla yaptığı gibi, bu filminde de toplumsal felaketlerin izini bireysel yaşantıların derinlerinde sürüyor. Adını tam olarak koyduğu gibi, sevgisizlik üzerinden bir toplum eleştirisi getiriyor.
Soğuk bir film, Sevgisiz. Daha açılış sahnesinden, size soğuk bir hikâye anlatacağım diyor yönetmen, hazırlayın kendinizi. Filmin başında gördüğümüz okul binasının soğukluğu, zilin çalmasıyla fırlayarak kendilerini o sevimsiz binadan dışarı atan çocukların sesleriyle bir an olsun kırılır. Ormanda dolaşırken bulduğu bir şeridi bir sopanın ucuna bağlayıp ağaç dalına fırlatır çocuk. Orada artık kimsenin gözüne çarpmayacaktır o şerit. Önemine dikkat çekilmesi gereken alanları işaretlemek için kullanılan o şeride kimse dönüp bakmayacaktır. Tıpkı çocuğa kimsenin bakmadığı gibi. En çok göz önünde olması, en fazla özen gösterilmesi gereken çocuk an gelir yok olur. Seyirci olarak bizde bile iz bırakmadan kaybolup gider. Filmin başlarında çok az görürüz kendisini. Sonrasında, boşanma aşamasındaki çiftin kavgaları, yeni sevgilileriyle kendilerine yeni hayat kurma çabaları arasında gittikçe artan gerilim sürerken, peki çocuk nerede, ona ne oldu dediğimizde, aslında çocuğun çoktan beri, belki doğduğundan beri kayıp olduğunu anlarız. Arama timlerinin çocuğu bulup bulamamasının hiçbir önemi yoktur artık. Onu sevgiyle sahiplenecek kimse bulunmadığı sürece çocuk zaten kayıptır ve felaketten felakete sürüklenmektedir.

Filmi izlerken bundan hiç şüphemiz kalmaz. Dünyanın sonu çoktan gelmiştir. İnsanların bencil ihtiyaçlarından başka bir şey düşünmediği; sadece statü, para ve kişisel taleplerine odaklandığı bir dünyada, kimsenin kimseyi sevmeyi beceremediği bir dünyada hayat var denebilir mi?
Dünyada neden bu kadar çok kötülük var? Leviathan filminde de bu sorunun üzerinde fazlasıyla duran yönetmen, bu filmde de aynı sorunu dert ediyor. Bu yönden bakıldığında, yönetmenin büyük Rus edebiyatı geleneğini takip ettiği söylenebilir. Diğer yandan, Rus edebiyatında örneklerini gördüğümüz karakterler çoğunlukla karmaşık ruh hallerine, zaman zaman belli ölçülerde iyi yönlerini de görebildiğimiz farklı kişilik özelliklerine sahiplerdir. Dostoyevski’den örnek verecek olursak, Raskolnikov gibi genç bir öğrenci veya Karamazov gibi bir toprak sahibi, derinine indikçe kazmaya devam etmek isteyeceğiniz zenginlikte karakterlerdir. Filmdeki ana karakterlerin ise, hakkında konuşmak dahi istemeyeceğiniz kadar sığ insanlar olduklarını görüyoruz. İnsanlar bu kadar mı sığlaştı, yoksa filmi eleştirebileceğimiz bir zayıflık mıdır karakterlerin bu kadar sığ olmaları? Bana göre, her ikisi de geçerli. Evet, günümüzde insanların büyük bir kısmının gittikçe daha da basit düzeyde yaşamaya yöneldikleri söylenebilir. Diğer taraftan, karakterleri biraz daha derinden görebileceğimiz, belki içlerindeki iyiliğin de bir ölçüde var olduğunu, tamamen yok olmadığını hissedebileceğimiz farklı yönleri de ortaya konulmuş olsaydı, film daha da üst perdeden bir anlatıma ulaşabilirdi demek de mümkündür.
Toplum normlarını pek çok farklı açıdan eleştirmesi de, filmi başarılı kılan yönlerden biri. Boris’in patronuna şirin görünmek için evlenip çocuk sahibi olmak istemesi; Zhenya’nın annesinden kurtulabilmek için evlenip çocuğunu doğurmayı seçmesi; toplumun insanları çocuklu aile yapılarına itelediğini gösterir.

İşten atılmamak ve kredi borçlarını ödeyebilmek için her şeyi yapmaya hazır görünen baba, aşırı dindar işvereninin ailesi olmayanları kapı dışarı ettiğini bildiğinden, iyi bir aile babası gibi görünmenin her türlü sahtekâr yolunu araştırır da, oğluna babalık yapmayı hiç düşünmez. Bir üst sınıftan sevgilisiyle kendine yepyeni bir hayat kurmanın peşindeki anne ise boşandıktan sonra oğlunu yetimhaneye bırakma fikrinden en ufak rahatsızlık duymaz. Zvyagintsev, belli ki konunun altını iyice çizmek istemiş ve sevgisizliği en uç noktada yaşayan karakterler yaratmıştır. Gittikçe babasına benzediğini düşündüğü oğluna hiç yakınlık duymayan kadının nasıl bu kadar katı olabildiğini anlamamız için anneanneyi kısacık bir sahnede görmemiz yeterli olur. Sevgisizlik, toplumda hastalık yapan bulaşıcı bir virüs gibi yayılmıştır ve yayılmaya devam etmektedir.
Bir ara, 2012 yılının sonuna doğru çılgınca büyüyen, dünyanın sonu mu geliyor tartışmalarına kulak misafiri oluruz. Gerçekten dünyanın sonu mu gelmektedir?
Ama ne var ki, artık yaşadığımız dünyanın koşulları aile kurumunu destekler nitelikte değil. Boşanma oranları tüm dünyada hızla artarken neden toplumlar hâlâ insanları evlenip çocuk yapmaya teşvik eder? Çoğu insan anne veya baba olmanın sorumluluğunu almaya hazır değilken, almak istemezken, neden çocuk sahibi olmak bu kadar desteklenir? Zorunluluk sonucu dünyaya gelen çocukların sevgisiz büyüme ihtimali ve bunun beraberinde getirdiği toplumsal felaketleri altını çize çize, tekrar tekrar söylüyor film bize. Sevgisizlik, toplumları içten içe çürüten büyük bir hastalıktır. Ve bu hastalık çocuk yaşta, hatta bebekken kapılır, asla iyileşmediği gibi, hızla yayılır.
Yönetmen, Leviathan filminde kapsamlı şekilde ele aldığı devlet kurumlarının çürümüşlüğü konusuna bu filmde de değinmeden geçmiyor. Kayıp çocuğun bulunması için en ufak bir girişimde dahi bulunmadıklarını görürüz polislerin. Olay doğrudan gönüllü toplum kuruluşuna yönlendirilir. Filmde tek iyi ve doğru işleyen yapı ise bu gönüllü organizasyonudur. Belki insanlığa dair tek bir umut varsa, bu umudun gönüllü girişimlerden geçtiğini düşünebiliriz. Filmin hemen her sahnesinde toplumsal çürümenin izleri görülür. Alkolizm, hedonizm, cep telefonuna bağımlılık ve selfie çılgınlığı bir yanda; Ukrayna’da yaşandığı üzere toplumsal travmalar diğer yanda… Evet, günümüz dünyasının bir özetidir gördüklerimiz.
Başında olduğu gibi sonunda da oldukça soğuk bir sahneyle biter film. Rusya soğuğu, kar soğuğu, sevgisizliğin soğuğu… Baştan bir sonraki sahne çocukların neşeli sesleriyle şenlenmiştir, sondan bir önceki sahne ise bize aynı duyguyu tekrar hatırlatır. Çocukların kahkahaları hayatımızdaki soğukluğu kırabilir. Eğer onlara dönüp bakabilir, yeni umutlar yeşertmeyi başarabilirsek.
L’avenir – Things to come – Gelecek Günler
Mia Hansen-Løve’ın yönetmenliğini üstlendiği ve annesinin hayat hikâyesinden esinlenerek ortaya koyduğu L’avenir, bir felsefe öğretmeninin hayatından kesit sunuyor. Filmin odağındaki karakter Nathalie, Isabelle Huppert’in hayranlık uyandırıcı performansıyla ete kemiğe bürünüyor.
Ellili yaşlarında bir kadının, yirmi beş yıllık evliliğini bitirmesi, annesini kaybetmesi, kendi hayatlarını kuran çocuklarıyla yollarını ayırması, yayıneviyle ilişkisini sonlandırması, tüm bunlar kısa bir zaman diliminde olup bitiyor. Hayat hepimiz için sürprizlerle dolu. Nathalie için ise uzun yıllar düzenli devam ettikten sonra sürprizlerin hepsi ard arda üstelik ileri denebilecek bir yaşta geliyor. Yaşadıklarının biri bile normal bir insanı sarsmaya yeter. Nathalie’nin her an düşeceğini zannediyorsunuz, ama hayır ama o hep dimdik ayakta. Üstelik hayatındaki değişimleri olabildiğince rahat dengeliyor. İlginç bir karakter Nathalie. Yirmi beş yıllık evliliğini bitirirken, annesini kaybederken üzülmemesi mümkün değil. Ancak bu üzüntüyü asaletle ve sadelikle taşıyor. Ölen annesinin kedisi Pandora’ya sarılıp ağlamasının ardından, nasıl Pandora doğanın içinde kendine yeni bir hayat kurmayı becerebiliyor, uzun yıllar sonra fare avlayabiliyorsa, Nathalie de ileri yaşına rağmen kendine yepyeni bir hayat kurabiliyor.
Değişim, filmin önemli temalarından biri. “Anarşist olmak için fazla yaşlıyım,” diyor bir yerde. “Ben bunları yıllar önce denedim.” Gençliğinde bir dönem komünist olduğunu, üç yıl gibi kısa bir sürede neyin ne olduğunu anlayıp kendine farklı bir yol çizdiğini söylüyor. Belki de bu yaşına kadar pek çok yol denedi ve geri döndü. Kocası ise gençlik yıllarında bile neyin ne olduğunu daha iyi anlayabilmiş olmakla övünüyor. Adam yıllardır değişmemiş. Kant’ın “Yıldızlı gökyüzü üzerimde, ahlak yasası içimde,” deyişini yıllardır kendine motto edinmiş.
Rousseau’dan, Adorno’ya Zizek’e birçok önemli düşünürün kitaplarına ve yer yer kısaca düşüncelerine referanslarıyla felsefeyle iç içe geçen film izleyicisine, sunduğu hikâyenin yanı sıra zengin bir içerik de vadediyor. Laurence Hansen-Løve’ın yazdığı A’dan Z’ye Felsefe adlı kitap da Nathalie karakterinin yazdığı bir kitap olarak konumlandırılıyor. Bir taraftan da artık felsefe kitaplarının satmadığı bir dünyada yaşadığımız gerçeğiyle de yüzleştiriyor. Jelibon reklamına benzer kapak çalışmaları bile kurtaramıyor, pazarda artık yeterince beğeni görmeyen bu kitapları. Nathalie, bu durumu da hayatında değişen tüm diğer şeyler gibi oldukça rahat karşılıyor.
Eşi evden ayrılıp, çocukları kendinden uzaklaşırken Nathalie’nin hayatına eski öğrencisi giriyor. Dağlarda komün hayatı yaşamayı seçen eski öğrencisi Fabian, bir ölçüde Nathalie’nin gençlik ideallerini, geride bıraktıklarını temsil ediyor. Fabian, Nathalie’nin yönlendirdiğinden farklı bir yol çizmiş gibi. Yine de hoca ile eski öğrencisi arasında sağlam bir zihinsel bağ var. Daha öteye de gitmiyor bu ilişki. Ve film bir daha klişeye düşmekten kurtarmış oluyor kendini. Nathhalie’nin Fabian ve arkadaşlarının yapmaya çalıştıklarına bakışı da ilginç. İçlerine girmiyor ama üstten de bakmıyor. Ben bunları yaşadım gördüm diyor, ama gençlerin çabalarını da küçümsemiyor.

Nathalie özgür bir kadın. Bağlı olduğu insanlardan birer birer kopuşu kolaylıkla kabulleniyor. Üzüntüsünü sadelikle yaşıyor. Sevdiklerinden ayrılırken onlara ve geçmişe tutunmaya çalışmıyor, gidişlerini zarifçe kabulleniyor. Eski eşinin yazlık evi, bahçesine ektiği çiçekler bile çok değerli onun için. Yine de adamın kibar davetine rağmen bir daha gelmeyecek oralara.
Nathalie tüm yaşadıklarından, bütün okuduğu kitaplardan, kendisine bir etik belirlemiş ve o etiği içselleştirip kendi yaşam tarzına dönüştürmüş. Felsefenin en temel sorularından “Nasıl yaşamalıyım?” sorusuna kendince bir cevap bulmuş ve o cevap hayatı olmuş. Belki oturup düşünüp hesaplanan sonra da hayata geçirilen bir şey değil, felsefe kitapları arasından kendiliğinde çıkıp Nahtalie ile bütünleşen bir anlayış.
Nathalie’nin doğayla ilişkisi de önemli. Parklarda ders veriyor, çimlerde yatıp kitap okuyor. Eşinden ayrılırken ona en çok dokunan konulardan biri de eski eşinin ailesinin yazlık evine artık gidemeyecek olması. Bu fırsat devre-dışı kaldığında, eski öğrencisinin dağlarda komün hayatı deneyimlediği evine seyahat ediyor. Hayatta hiçbir şeye tırnak geçirmek derdinde değil. Onları kendiyle oldukları sürece seviyor, zamanı geldiğinde bırakıyor gitsinler. Eski eşi ve çocuklar için de geçerli bu durum, anne yadigarı kedi için de, eski eşinin yazlığındaki çiçekler için de. İnsanlara da bağlanmıyor, hayvanlara da, bitkilere de. Hayatta en çok bağlandığı belki kitaplarıdır ki o konuda bile rahat. Eski eşi üzerine notları bulunan kitabı alıp gittiğinde gidip aynı kitabın yenisini almayı biliyor.
Mia Hansen-Love, L’avenir’de kendi hayat felsefesini ete kemiğe büründürüp yaşamına dönüştürmüş özgürleşme yolunda bir karakteri incelikle ve hiçbir klişeye düşmeden tanıtmış. Gerçekten görülmeye değer sade bir film olmuş L’avenir.
KARE (The Square)
Kendinle Yüzleşmelisin
Geçen yıl Cannes’da Altın Palmiye kazanan Kare (The Square), İsveçli yönetmen Ruben Östlund’ın son filmi. Turist (Force Majeure) filmiyle önemli bir çıkış yapan Östlund, yine zihinleri zorlayan bir yaklaşımla seyirciyi kendisiyle yüzleştirmek peşinde.
Filmden akılda kalacak olan, elbette maymun adam sahnesi. Bu sahnede, seyirciye -kendinle yüzleş- mesajını doruğa taşımış Östlund. Yemek masalarına oturmuş, gösteriyi bekleyen kibar hanımlar ve beyefendiler başlarına ne geleceğinin farkında değiller. Koltuklarına çakılmış seyirciler de aynı durumda. Bir anda salona, maymun sesleri çıkararak çığlıklar atan garip bir adam giriyor. Konukların bir kısmı tedirgin, başını önüne eğmiş bekliyor. Bir kısmı ise eğlenmeye başlamış bile, alaycı bakışlarıyla, gülmemek için kendini tutmaya çalışan büzüşmüş dudaklarıyla gösterinin tadını çıkarmaya hazırlar. Henüz hiç kimse başına ne geleceğini bilmiyor. Müze yöneticisinin, yanındaki önemli konuğu uyarması gerekiyor. Bu seferki zorlayıcı bir gösteri olacak. Yine de inanamıyoruz. Bu kadar şık ve zarif insanların bir araya geldiği nezih bir akşam yemeğinde en fazla ne olabilir ki?
Oysa maymun-adamın çığlıkları boşuna değil. Gülüşmeler iyice sinirlendiriyor adamımızı.
Neden boş boş bana bakıyor ve gülüyorsunuz? Vahşilik hepinizin içinde. Kendi içinize baksanıza. Şık giyinmiş olmanız, zenginliğiniz, entelektüel oluşunuz, sanata destek vermeniz sizi temizleyip paklamıyor, dönüp bir kendinize bakın önce. Ama insanlar anlamıyor. Kendilerini iyi hissetmek istiyorlar. Müzeye onca bağış yapmışlar ve bir akşam yemeğine davet edilmişler. İyi vakit geçirmeyi hak etmiş olmalılar. Bu maymun-adam da nereden çıktı? Bizi eğlendirecek herhalde, diye düşünüyorlar. İyi düşünmek, iyi hissetmek istiyorlar.
Sonra gerilim hızla yükseliyor. Maymun adam vazgeçecek gibi görünmüyor. En az benim kadar vahşisiniz, bunu size göstermeden, hatta suratınıza şamar gibi çarpmadan şuradan şuraya gitmem, diyor maymun adam. Ve sergiliyor bu tavrını, salondaki herkesi şok edecek şekilde.
Konuklar arasına katılmış oyuncular rollerini o kadar iyi oynuyorlar ki, şiddetin boyutu olay kontrolden çıktı dedirtecek seviyeye geliyor. Bunun planlı bir gösteri olmaması çok zor ve zaten müze küratörü Christian filmin bir sahnesinde ne yapmak istediğini tam olarak söylüyor[ND1] . Christian, tam da Östlund’un filmlerinde yaptığını yapmak istiyor: Sergilediği sanat eserlerinin insanları sarsması, kendileriyle yüzleştirmesi.
Filmde Christian, çağdaş sanat müzesinin küratörü, yakışıklı, zengin ve başarılı bir karakter olarak çiziliyor. İnsanlara, dönüp kendinize bakın demeye çalışan Christian’ın kendisi bunu yapıyor mu peki? Belki zorlanarak, bir ölçüde, ama başlangıçta pek de bilinçli değil. O da, akşam yemeğindeki konuklar gibi kendini iyi hissetmek ve biraz eğlenmek peşinde. Toplumsal normlar temelinde başarılı bir yönetici ve iyi bir baba olarak bunu hak ettiğini düşünüyor olmalı. Ama işler, Christian için de beklediği gibi gelişmiyor.
maymun kalsak daha mı iyiydi, dedirtecek çağrışımlar var. İnsanlara güvenemiyoruz. Kimse kimseye yardım etmek istemiyor. Ve birbirimizi umursamıyoruz.
Bu konular etrafında dönen filmi, mesajlarının dağınık olması yönünden eleştirmek mümkün. Yönetmen, çağdaş sanatın işlevi nedir, insanlar neden birbirlerine güvenmiyor, güvenmemekte haksız mıyız, neden kimse dönüp kendine bakmıyor,

Yaptığı yanlışlar daha büyük yanlışlara sebep oluyor; ve yakışıklı küratörümüzün seyirciye -bu kadarını da hak etmiyor- dedirtecek ölçüde tacizlere maruz kaldığını görüyoruz.
Örneğin, cep telefonunun çalınması sonrasında, bir apartmanın tüm dairelerine, telefonumu çaldığınızı biliyorum, mesajı atması başına büyük belalar açıyor. Bu olayla ilgili olarak ailesinin suçlamasına maruz kalan çocuk bir türlü peşini bırakmıyor. Christian çocuğun ailesinden özür dileyene kadar da bırakmayacağı anlaşılıyor. Çocuk neden bu olayı bu kadar büyütüyor, diye düşünüyor, hatta olup bitene gülüyoruz. Ancak, bir noktada, konunun asıl Christian’ın aklını ve vicdanını rahat bırakmadığını anlıyoruz. Çocuk gittikten sonra bile onun sesini duymaya devam etmesi bu yüzden. Ve sonunda özür dileme noktasına geldiğinde ise, ne çocuğu ne de ailesini bulabiliyor.
Christian’ın Amerikalı gazeteci Anne ile ilişkisinde de benzer bir rahatsızlık söz konusu. Çok iyi tanımadığın kadınlarla sık sık yatar mısın, diye soruyor Anne. Adını bile hatırlamadığın kadınlarla yattın mı, peki, benim adımı hatırlıyor musun? Kadının, aşırıya varan sorularıyla adamı kendi iş ortamında taciz etmesinde, küçük çocuğun Christian’ın peşini hiç bırakmamasına benzer bir abartı var. Konu yine aynı çünkü. Bu durum, aslında Christian’ı rahatsız ediyor. Belli ki, aramak ya da görüşmek istemeyeceği kadınlarla yatması çok da nadir yaşanan bir durum değil. Ve Christian bu durumdan rahatsız, kendisinden rahatsız, aslında diğer birçok konuda olduğu gibi.
Filmde, insanın kendisiyle yüzleşmesi teması tekrar tekrar ele alınıyor.Maymunluktan insanlığa geçebildik mi, böyle olacağımıza
toplumsal hastalıklarımızın kaynağı insanın bencil oluşu mudur, gibi pek çok soru etrafında birbirinden kopuk denebilecek sahnelerde dolaştırıyor seyirciyi. Filmin bütüncül bir yaklaşıma sahip olmadığı, bir çeşit kafa karışıklığının eseri olduğu hissine kapılmamak mümkün değil. Yine de, temelde ele aldığı konu ve kimi çarpıcı sahneleri nedeniyle akıllarda kalacak bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz Kare’nin.